Dünya değişime hazırlanıyor

Fransız devrimi nasıl bir günde gerçekleşmediyse, oluşacak yenidünya düzeninin de alt yapısını oluşturan bir dizi olaylara şahit oluyoruz. Küreselleşme ve sınırların kalkması rüyası yavaş yavaş devrini tamamlıyor.

Bireysel hak ve özgürlükler, ülke sınırları içinde yaşayanlara tanınmış eşitlik ilkeleri, şekil değiştirmeye başlayacak. 7 ocak 2015 Paris Charlie Hebdo katliamı’nı ise tarih önemli bir dönüm noktası olarak anacak.

Avrupa’da yaşayan göçmenlerin bir süre sonra asimile olacakları ve ülke düzeniyle uyum içine gelerek faydalı birer birey olacakları hayali yok oluyor. Göçmenler asimile olmadığı gibi, kendi bölgelerinde çoğunluğu elde edip, kendi kültürlerini yaşattılar. Ülke refah ve özgürlük içinde yaşarken, göçmelerin pek çoğu kaybolup gitti. Hem ülkenin onlara sunduğu hak ve özgürlüklerden yararlandılar, hem de ülkeye uyum sağlayamayıp çoğu kültürel sıkışmışlık içinde kalakaldı.

Özellikle IŞİD ve Boko Haram gibi terör örgütleri, bu ait olamamış, sıkışmış, hayatta bir kez olsun önemsenmek, fark edilmek isteyen gençlere tutunacak bir dal verdi. “Gelin öldürelim, kafa keselim, bizi önemsemeyenler bizden korksunlar, eey sen hiç önemsenmemiş kişi, katıl bize ve korksunlar senden,” söylemi pek çok taraftar topladı. Bu terör gruplarının beklenmedik cazibesi tam da buradan geliyor. İster cahil deyin, ister beyni yıkanmış, yine de pek çok ülkede var olan tutunamayan Müslüman gençler bu terör örgütlerinin üyesi oluyor ya da sempatizanı.

Dünya bir güncük bile önemsenmek isteyen 7,5 milyar insan için fazla kalabalık. Pek çoğumuza, o bir güncük sıra gelmiyor bile ve bu örgütler, onlara bu şansı veriyor(!)

Bu gruplar böyle giderse (ki gideceğe benziyor) Avrupa’da artan sağ görüş yavaş yavaş temel bulacak ve ırkçılık artacak. Avrupa ülkeleri, “Madem benim olanaklarımdan, refahımdan, özgürlüklerimden faydalanıyorsun, gelip benim ülkemde terör yapamazsın,” demeye başlayacak. Göçmenler, faydalılar ve faydasızlar (asimile olmuş, uyum içinde yaşayanlar vs) olarak ikiye bölünecek ve diğerleri için yaptırımlar gelmeye başlanacak. Bu yaptırımlar sonucu elbette isyanlar çıkacak, isyanlar çıktıkça, “Bakın gördünüz mü,” denilecek ve daha da sert kanunlar çıkacak. Ve bir gün, “Git kendi ülkende isyan et, bizim refah içinde yaşayan sokaklarımızdan uzak dur,” söylemleriyle, bir soykırım edasıyla binlerce kişi ülkelerine geri dönmeleri için zorlanacak.

Çünkü küresel ısınma sonucu arka arkaya gerçekleşecek kuraklıklar, yetmeyen kaynaklar, ülke dengelerini de bozacak ve kalabalık olan nüfuslarını azaltmak için, zaten uyum sağlayamamış ve uyum sağlayamadıkları gibi ülkede özgür düşüncelere katliam yapan kesimleri hedef alacaklar. Ne olacaksa, ilk göçmenlere olacak.

Önümüzdeki seneler, bunların temellendirildiği yıllar olacak. Sonraki dönemde bunların yavaş yavaş yaşanıp, ardından büyük değişiklerin olacağını göreceğiz. Yepyeni ideoloji ve düşünceler üzerine kurulu yeni bir dünya, ama bu sefer, birbirlerinden tam olarak ayrışmış. Refah içinde olanlar ve olmayanlar olarak.

Ve insanlar, şimdi nasıl şimdiki yadsınamaz özgürlükleri savunuyorsa, gelecekte çocuklarımız bambaşka özgürlük biçimlerini savunacaklar ve belki de haklı olacaklar.

Tek adam, tek doğru

Savaşlar, ülke kurma mücadeleleri, inandığı şeye göre ülkede devrimler yapma, derken bir sürü unvanı var Atatürk’ün. Devrimci, başkomutan, lider, ilk cumhurbaşkanı vs. Ülkede pek çok kişinin ebedi lideri.

Alkol düzenlemesi, kürtaj söylemleri, eğitim reformları, barış süreci, türbanın kamuya girmesi, onun için devrimleri temsil ediyor. Sen, ben, o inanmayabilir, gülebilir, kulak ardı edebilir ama pek çok kesim için bunlar bir devrim özelliği taşıyor.

Komşularımızla neden kavgalıyız? Ülke içindeki bu gerginlik neden? Bitmeyen darbe cümleleri, herkes bize karşı söylemleri ne için? Peki ya, “Bu süreç yeni bir İstiklal Savaşı mücadelesidir,” denmesinin sebebi? Başkomutan olma sevdası. Yıllar sonra, “kimlerle savaştı, kimlerle mücadele etti, başkomutan edasıyla,” densin diye. O, tek başına bir başkomutan gibi bunlarla savaştı ve göğüs gerdi.

Partisini tek adamlıkla yönetiyor, kimine göre despot, otoriter; kendisine göre, “Ülke için doğruları tayin edebilecek yeterlilikteki tek adam.” Lider.

İster beğenin, ister beğenmeyin, yapılanları doğru bulun ya da bulmayın, Atatürk’ün tüm yaptıklarını kendi doğrularına göre yapmak ve Atatürk’ün tüm unvanlarına sahip olmak istiyor. Bu yüzdendir doksan sene önceki teknolojiyi, ülkenin o dönemki zorluklarını ve ekonomisini düşünmeden,  “Asıl biz demir ağlarla ülkeyi ördük,” demesi. Onu bile kıskanıyor.

Şimdi, siz sanıyor musunuz ki, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak anılmak isteyeceğini. Şimdi yapmaya çalışacak ama yapamazsa bir sonraki seçimde kesinlikle; “ilk” ve “birinci” unvanlarını almak isteyecek. Türkiye Cumhuriyetinin ilk başkanı ve pek çok kişinin ebedi lideri.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar yasaları değiştirmezse üzüleceğini sanmam, bir sonrakinde kesinlikle değiştirmeye çalışacak ve son cumhurbaşkanı unvanını da böylece cebine koymuş olacak. Ortada onun için yine bir kayıp söz konusu olmayacak.

Bu uğurda yatıklarını yapacaklarını asla ahlaksızlık, kötülük, diktatörlük olarak görmeyecek. Çünkü o tek adam, tek doğru.

Türkiye’nin aydınlık yüzü…

2020 Olimpiyatını alamamak bir tarafa, kişisel olarak önce olimpiyat komitesine, ardından spor bakanına ve tüm bunları kontrol eden başbakana bir soru sormak isterdim.
Tüm muhafazakarların da bu soruyu soracağını düşünerek…
“Tüm katılımcı ülkeler, şehirlerine ve ülkelerine ait gerek kültürel, gerek sosyal, gerek bilimsel yapıları, olguları, gerçekleri, parlatarak sunuyor. Biz insanımızla, yapılanmamızla, kültürümüzle buyuz, deniliyor.
Her ülke kendine ait aydınlık tarafları gösteriyor.
Bu yadsınamaz gerçekler dahilinde, 2020 Olimpiyat tanıtım videosunda İstanbul’u anlatırken neden tek bir karede türbanlı vardır? Nüfusunun çoğunluğu müslüman olan ülkemizde, İstanbul’da türbanlı oranı %1 midir? Kara çarşaflı kadın oranı ise sıfır mıdır? Cübbeli, sakallı erkekler hiç yoklar mıdır ki, videonun toplamında %1 bile yer kaplamayan oranda muhafazakar kesim gösterilmedi? Türbanlı kadınlarımızın çok çektiğini ve küçümsendiğini düşünen hükümetimiz, türbandan, çarşaftan, cübbeden ve çember sakallı kişilerden utanmakta mıdır?
Türkiye’nin aydınlık yüzü başı açık kadınlar ve çağdaş görünümlü erkekler ise gösterilmeyen taraf ülkemizin/şehrimizin karanlık yüzü müdür?”
Tanıtım videolarını izlerken, başka bir şehir izliyormuş hissine kapılınca merak ettim…
Tansu Yalkın

Şşt demokrasi, orada mısın?

Hükûmet yanlısı kişilerin ağzında bir laf, “Toplum demokratik hakkını kullandı. Demokrasilerde olması gereken bir süreç ama artık bu iş uzadı, amacından saptı.”

İktidar, “Demokratik hakkınızı kullandınız, haydi şimdi evlere dağılın,” diyor. Dır dır eden kişi karşısında umursamadan, “Hı, hıı,” deyip, yine bildiğini okuyacak olan kişiler gibi. İnsanların sürekli meydanlarda toplanma sebebi, yine aynı teranenin (hatta daha şiddetli yaptırımların) olacağını bilmesi.
İnsanlar biliyor ki, demokratik ülkelerde bu kadar kişi sokağa döküldüğünde vali istifa eder, belki belediye başkanı, olmadı emniyet müdürü, bilemedin bir bakan, görevini bırakır. Utanır.
Düşünün ki bu durum, “Ayakların baş olması,” diye yorumlanıyor.
İnsanlar biliyor, şiddetin cezasız kalmaması gerektiğini, ecelsiz her ölümün katilleri olduğunu, cadı avını, baskıları, pişkinliği, yandaşlığı, çıkarcılığı, ve neler yapılabilecekken yapılmadığını.
Düşünün ki bu durum, “faiz lobisine, ülkenin iyiye gitmesini hazmedemeyen, her iyi girişime karşı durup, demokrasi adı altında yağmacılık yapanlara ve azınlığın çoğunluğa uyguladığı yaptırımlara karşı bir savunma,” olarak yorumlanıyor.

Demokratik haklarını kullanıyor insanlar ama karşıda dinleyen olmadığı sürece bu mücadele bitmiyor.

Bir diğer laf, “Seçimle gelindi.” “O zaman sandığa gömün bizi.” “Er meydanı sandıktır.”
“İktidar mücadelesi sandıkta, demokrasi mücadelesi meydanlarda yapılır.”
Çift rakamlı yüzdelere sahip seçim barajı ile demokratik bir seçimden söz edilemeyeceğini, en aptalı bile biliyorken, seçimleri işaret etmek komedidir. Demokrasi söylemi böyle bir yüzdenin arkasında yapılmaz, yapılamaz.
Seçimle gelenlerin görevi, “Çoğunluğun despotluğunu azınlığa yaşatmak,” değil; tam tersi, onlara kulak verip haklarını korumaktır.

Demokrasi iki söyleme sıkışmış.
Demokratik haklarını kullandılar, haydi şimdi dağılın. Kış kış…
Seçimde görüşürüz. Seçim, seçim, seçim.

Bir ülke bu denli sıkışmışsa, tek bir çözüm vardır.
Ülkenin kültüründe çok yeri olmayan ama olmaya başlaması gereken, grev
Karşınızda kibirli ve benbilirimci bir iktidar varsa, ancak kapitalist düzenin çarkları dönmediğinde (durma tehdidi ile karşılaştığında) iktidarın dikkatini çekersiniz. Çünkü çarklar yoksa, onlar da yokturlar, varlık sebeplerini kaybetmek istemezler.
Ayakların baş olması değildir bu, ayakların adımları/yürüyüşü sayesinde başın ilerlediğinin keşfidir. Ayak durursa, baş onu yürütmek için emirler verecektir elbet, ama aradaki bağlantılar kopmuşsa, baş istediği kadar emir versin, ayağına istediğini yaptıramayacak ve ayağını kopartıp atamayacağı için bir gün, “Ayağıma ne oldu?” merakıyla ona dokunacak ve onu iyileştirmek için harekete geçecektir.

Tansu Yalkın
Not: Bu yazıdaki ülke kurgulanmış bir ülkedir. “Halkın sürekli sokağa çıktığı, iktidarın ise umursamadığı bir ülke yapısında, halk nasıl çözüm üretir?”, sorusu sorulmuştur. Gerçek ülke ve kişilerle yakından uzaktan bir alakası yoktur.

Hangi demokrasi?

Demokrasi geride kalan bir kişinin hakları için değil çoğunluğun despotluğa varan yönetim biçimi sanılıyor. Din temellerine oturtulmuş ve bilinçli olarak cahil bırakılmış halk, biat kültürüyle koşulsuzca itaat ediyor. AKP’nin belli bir tabanı var ve bu taban üçer çocukla birlikte biat kültürüne eklenip duruyor. Üstüne yine AKP’nin işine geldiği için değiştirmediği ve muhalefetin nedendir bilinmez umursamadığı %10’luk seçim barajı belli bir kesimin mecliste temsil edilmesine imkan bırakmıyor. Varsa yoksa AKP, CHP, MHP ve BDP…

Varsayalım ki başbakan haklı ve Gezi Parkı başlığı altında toplanıp “yeter artık, duy sesimizi,” diyenlerin sayısı bir avuç insan. 56-57 milyonluk seçmenden sadece 1 milyonu çapulcu (sayının daha fazla olduğunu bilmekle beraber, iyice küçültelim). Bu bir milyonluk kitleyi mecliste temsil eden bir parti var mı?
Yok.
Direnişçiler seçimlerde kime oy verecek?
BDP’ye mi? Onun tabanı zaten belli, bu süreçte bazı sempatizanları olabilir ama ne kadar ihtimal dahilinde?
MHP desen, ağaçlar kesilirken dozerlerin önüne atlayan ülkesini sevdiğini söyleyen, milliyetçi milletvekilleri değildi. Bunun herkes farkında.
Yoksa, oylar bölünmesin mantığı ile istemeye istemeye verilen, muhalefet yapmasını bilmeyen, beceriksiz, pasif, CHP’ye mi?

Alternatif var mı?
Yok.

Seçime kadar çıkar mı bilinmez ancak seçimlere kadar bu kitlenin mecliste temsiliyeti ne kadar güçlü olabilir düşünmek gerek. Her partinin tabanı takım tutar gibi parti desteklerken, demokrasi diye adlandırılan ve %10’luk seçim barajını barındıran sistemde AKP’nin yine birinci parti olarak çıkması kimseyi şaşırtmamalı.

Bu direniş AKP oylarını ne kadar törpülemiş olabilir, yarısını mı? %25… Yoksa yarısından fazlasını mı? %20 yeterli mi? Bunlar kanımca iyimser tahminler. Umarım yanılırım ancak yanılsam bile birinci parti kim olacak? AKP dışında tek başına hükumet kurabilecek güç hangisi? CHP’mi? Yoksa bir koalisyon hükumeti mi direnişe anlam katacak?

Hangi partiye sempati beslersek besleyelim, hangi düşüncede olursak olalım %10’luk seçim barajı olan bir ülkede demokrasiden söz edilemez.

Bu direniş, siyasal bir parti örgütlenmesi adı altında toplanmadığı ve mecliste güçlü bir şekilde temsil edilmediği sürece despotlukla yönetileceğiz. Hem de tarihte eşi görülmemiş baskılarla.

Dirilişe Dair…

Her şey çadırlarında uyuyan 50-60 kişiye sıkılan gazla başladı. “Uyuyan ve hiçbir şey yapmayan halka sıkılan gaz,” ani baskın(-lar).
Polisin bir grubu nasıl güç kullanmadan dağıtacağını bilmediği için ellerine verilen biber gazlarını her fırsatta kullanması sonucu vicdanlar artık sızlamaya başladı. Çünkü onlar sadece uyuyordu ve bir gün uyuyan vicdanlar uyandı.

Önce binler, sonra on binler ardından yüz binler ve bir gün milyonlar sokaklara döküldü. Bir meydanda başladı, şehirlere yayıldı ardından semtlere. Binlerce kişi sokaklardaydı, Başbakan her söyleminde eli arttırdı ve her söylemin ardından binlerce kişi gerildi. Alkol düzenlemesinin ne demek olduğunu bu halk biliyordu çünkü. Metroda “ahlak kurallarına uyunuz,” uyarıları, antrenmandan çıkmış ve şort giydiği için otobüste sıkıştırılmış sporcu kızı, başbakanın oğlunun ehliyetsiz araba kullandığı için ölümle sonuçlanan bir kazaya sebebiyet vermesi, gemicikler, tiyatroda sakız çiğnediler, internet sansürü, vergiler, vekillerin spor yorumculuğu, kürtaj, kadınların fişlenmesi, dekolte giyene tecavüz ederler söylemleri, her gün gazetelerde en az iki tane olan tecavüz haberleri, çocuk gelinler, 3. köprü, iki ayyaş yakıştırmaları, medyanın ellerinde olmasına rağmen yapılan mağdur edebiyatları, hapiste yatan gazeteciler, barış süreci adı altında yapılanlar, eğitim sisteminin değiştirilmesi, Reyhanlı saldırısı ve başbakanın kendi evinde yangın varken Amerika’ya gidişi ve daha ses çıkartılmayan yüzlerce şey.

Bugünlerde yaşananlar bir birikim sonucudur, “artık yeter,” demektir.
Hükûmetin, “Gaz sıkarız, kaçışırlar yine ve biz işimize bakarız,” diye düşünüldüğü çok açık, beklemedikleri ve bizleri fark etmedikleri belliydi. Ses çıkartmadıkça, “vuralım enselerine, alalım ağızlarındaki lokmayı,” dendi. Keriz yerine konulduk ve başbakanın söylemiyle çapulcu.

Şimdi soruyor bazı kesimler. “Bu işin altında kimler var?” diye. Karanlık güçlerin işi diyor, bazıları. Bu soruları sordukları sürece cevabı bulamayacaklar zira olmayan bir şeyi arıyorlar. Bu karanlık güçlerin yönettiği bir duruş değil, karanlıkta kalan vicdanların aydınlığa çıkışıdır sadece. Evinde olduğu için, vicdan azabından uyuyamayan; “keşke meydanda olsaydım da o biber gazını yiyenlerin yanında olsaydım,” diye pişmanlık içinde olanların duruşudur. Meydanlardan eve döndüğünde, “dönmesem daha mı iyi yapardım,” diye kendi kendine soranların, uyuyamayanların kendine gelişidir. Vicdanların, ertesi gün “git, git, yine git,” diye çırpındığı ve vicdanını dinleyen insanların dirilişi.

Olayların bu kadar büyümesine sebep, başbakanın her söyleminde el arttırmasının yanında polisin orantısız güç kullanımı elbette. Vicdanları harekete geçiren işte bunlar. Taşsız, sopasız silahsız insanlara yapılan gazlı, coplu, tomalı saldırılar. Daha önce kaçıştığımız için miydi bu cesaret? Yoksa bu durum işinize mi yarıyor? Amacınız iç savaş mı çıkartmak? Neden “Biz bu olaydan sonra, demokrasinin ne demek olduğun anladık, tüm halkımızdan özür dileriz,” denmiyor.

Diriliş sırasında yapılan açıklamalarda, kibirin aklın önüne geçişine şahit oluyoruz. Medyanın satılmışlığını görüyoruz, mesleğine saygı duymayan insanların varlığından tiksiniyoruz, en büyük darbeyi korkaklardan yiyeceğimizi biliyoruz, polisin insanlık dışı tutumuna şaşırıp kalıyoruz, ortamı yumuşatıcı tek bir kelimenin edilmemesinden hoşlanmıyoruz, inatlaşmaya, semtlerde gerçekleşen tepkilerin toplamının milyonlarını aşmasına rağmen küçümsenmesine hayret ediyoruz. AKP’li olanlar ve olmayanlar diye kutuplaştırılmaya karşı çıkıyoruz. “Ben de bir milyon insan toplarım,” dendiğinde takım tutan fanatik taraflar gibi bağnaz tabana çağrı yapıldığını ve aynı gece bazı kesimlerin polisle yan yana olduklarını biliyoruz.

Çapulcuyuz ama görüyoruz ve farkındayız. Tek fark, artık sesimizi çıkarıyoruz.
Vicdanlarımızın olması gücünüze mi gitti?..

Tansu Yalkın

Bakanlar ve Rakamlar

Saygıdeğer Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “800 TL büyük para. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz” diyor ardından bir diğer saygıdeğer Bülent Arınç, bir başka saygıdeğer kişi olan Hakan Şükür’ün yorumculuktan aldığı parayı açıklıyor. Haftada 14bin. 800 TL büyük para ise, 56bin TL nedir?

Bu, 70 kişinin emekli maaşı toplamı demek. Günlük 35 TL çalışanın yanında (800TL/22 iş günü), her gün yapmadığı iş için günlük 2.545 TL (56.000/22 iş günü) alınması demek.

Peki ya milletvekili maaşları genel istatistiklere göre ne demek?
Türkiye’de 4/A kapsamında çalışan 12 milyon kişi günlük ortalama 50 TL kazanıyor. Bu rakam içerisinde yer alan 5 milyon asgari ücretlinin ise günlük ortalama kazancı sadece 25.8 TL ile sınırlı kalırken, milletin asiline göre vekilinin kazancı günlük ortalama 433 TL düzeyinde. Yani bir milletvekili günlük olarak asgari ücretliden 17 kat, ortalama bir gelire sahip olan bir çalışandan ise 9 kat daha fazla kazanıyor. Maaşların milli gelire oranı ise %56 dolaylarında. Emekliliklerinde yaş sınırı olmayan milletvekillerimiz ayrıca emekliliklerinde 6 bin TL bonus alacaklar.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ise Türkiye’de (İstanbul’da değil, bir semtte hiç değil) sokakta yaşayan çocuk sayısını sadece 24 olduğunu açıklamıştı daha üç gün önce ve yedi ay önce de bu rakam resmi olarak 42 bin, gayri resmi 200 bin dolayındaydı. http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=368588

Saygıdeğer bakanlarımızın rakamlarla arası iyi olmadığı açık, halka neyi nasıl hissettiriyor farkında değiller. Halka karşı orantısız rakam kullanımı demektir bu.

Tansu Yalkın

Survivor: Milletvekilleri yarışıyor

http://www.ntvmsnbc.com’un 5 Nisan 2011’de çıkan haberine göre, milletvekili olmak için ayrılması gereken en düşük bütçe 50 bin liradan başlıyor. Haberden bu yana iki sene geçtiğine göre bu rakamın daha da arttığını söyleyebiliriz. Vekilin kaçıncı sıradan aday olduğuna göre, harcamalar 100-150 bin liraya kadar da çıkabiliyor. Kısaca, dün simit yiyen Hasan ağabey; beri ki gün akbili bitmiş Kadriye abla aday olamıyor. Öncelikli şart, zengin olacaksınız, çocuklarınız metrobüse hayatlarında hiç binmemiş olacak, eşiniz balkondan halı silkeleyen, akşam pazarına gidip sebze meyve almayan bir kadın olacak ki, halkın içinden gelen birisi olarak, milletin vekili olasınız.

Bu bolluk, saygıya değer vekillerimizin, hayatı ve Türkiye şartlarını çocuksu bir naiflik içinde algılamasına sebep oluyor. Bu da bizleri nasıl gördüklerine yansıyor. “Bir insan tanımadığını nasıl bilir? Kendisi gibi…

Peki, aynı milletvekillerini, Survivor gibi, ceplerinde sıfır para, 10 liralık doldurulmuş akbil ve 600 lira kirası olan, iki odalı bir eve (öyle bir ev yok ama var diyelim) aileleri ile birlikte yerleştirip, halkın arasına karıştırıp, üç ay yaşamalarını istesek, başlarına neler gelirdi acaba ve nelerin farkına varırlardı?

Yüksek ihtimalle, ailelerinin geçimi için iş bulma sitelerinde iş başvurularında bulunurlardı, zira artık onlar herkes gibi, torpil yapamazlar, araya adam koyamazlar. Bizler nasıl iş arıyorsak, öyle. Şanslı olanları bir iki ay içinde belki iş bulabilirdi, peki ya diğerleri? Her hafta onlarca yere CV gönderdikleri iş bulma sitelerinden geri dönüşlerin ancak ayda 2-3 iş yeri olmasına sinir olmazlar mıydı? Mülakatlarda saçma sapan sorulara muhatap olup sinir krizleri geçirirler miydi? İşverenlerin üç bin liralık iş için, asgari ücret teklif etmelerine tepkileri ne olurdu? “Cumartesi günü de çalışıyoruz?” demelerine peki.

İş bulmak sancılı süreç lakin işi bulmakla yırtılmıyor. İş bulmuş şanslı milletvekilleri, sürekli kalınan sürpriz mesailere ne derlerdi sizce? İşi bittiği halde, ay sonu performans değerlendirmesi yapan insan kaynakları müdürü “Bu eleman erken çıkıyor sürekli,” demesin diye iş yapar gibi gözükmek zorunda kalıp, iş yerinden çıkamamaya? Patronun yıl sonu ancak %10 zam yaparım demesine “Enflasyon oranlarını düşük göstermek için olmadık mallar üzerinden hesaplar yapılıyor,” diye isyan etmezler miydi, %10 zammın hiç bir şeye faydasının olmayacağını anladığında? İş bulmanın zorluğunu yaşamış ve o an çalıştığı pozisyona kendisinden daha çok ve daha az maaşla çalışacak yüzlerce kişinin nefesini ensesinde hissederken, isyan edip ayrılabilir miydi işinden, hele çocukları evde ekmek beklerken kolay mı? İş bulmuş şanslı vekiller, maaşlarının düşük gösterilip, asgariden sigortalarının yattığını öğrenince “Vay anam vay,” derler miydi? Özel hayatlarına tecavüz eden işverenleri karşısında, süklüm püklüm durmak zorunda kalma zorunluluğunu yaşadıklarında “sendika,” diye akıllarından geçirirler miydi?

110 metre karelik 2 odalı bir eve sıkışmış bu milletvekilleri ay sonu aldıkları maaşın, 600 lirasını kiraya verirken göz yaşı akıtmazlar mıydı? Hele kış aylarında gelen doğalgaz faturaları karşısında, “O kadar çalışıyorum, biraz az yakın,” derler miydi eşlerine? Çocukları, “Babaa, akbil parası,” “Baba kitap alacağım,” “Babaa internet faturası,” “Baba bana bilgisayar lazım,” “Babaaa, montum yok,” dediklerinde allak bullak olurken, eşlerinin “Küçük kızın ilaç parası,” “Kızın ana okulu ücreti,” “Bebeğin bez parası,” “Münevver hanım doğurmuş, ona en azından bir çeyrek altın takmak lazım,” “Münir Bey’in de oğlu evleniyor, altın takalım,” “Bu ay hiç dışarıda yemedik,” “Bebek arabası almak lazım,” “Çocuk bugün parkta çok üşüdü, eve oyuncak şart hep aynı şeylerle oynuyor,” dediğinde milletvekillerinin kazandıkları üç kuruşun bir anda yitip gittiğini gördüklerinde yüzlerinin alacağı hali sanırım tahmin edebiliriz.

Tüm gün çalış, patronun egosunu çek, mesaiye kalır mıyım diye düşün, performans değerlendirmelerinin endişesini taşı, en ufak hatanda azarlanma riskini yaşa, zam isteyeme, metrobüslerde her gün tost olarak git gel, yağmurda çamurda minübüslerde helak olup sağ sağlim eve gel, bir de evdekilerin isteklerine bak. Olacak iş değil.
Peynirini isterler, zeytinini beklerler; ekmeğinden, etine, temel ihtiyaçları geçtim, bir de mont istiyorlar, bilgisayar diyorlar, internet diye tutturuyorlar, düğüne gidip altın takılacakmış, bebeğin bez parasıymış, oğlan üniversiteye 1,5 saatte anca gidebiliyormuş, harçlık yetmiyormuş çocuklara. Sense 2bin-3bin lirayı yetiştir dur bu eve.

Milletvekilleri yol parasına giden parayı görünce, ulaşımın ne kadar pahalı olduğunu fark edip şikayet ederler miydi acaba?
Peki ya eşleriyle çocuklarıyla bir sinemaya gidelim deseler, 4 kişilik bir ailenin en az, 50 lira vereceğini, hele ki bir de sinema öncesinde ailemle yemek yiyeyim dese, yol paralarıyla birlikte 130-150 lira gibi bir parayı harcamak zorunda oluşu karşısında “Ben bu 130 lirayı kazanmak için iki gün kan ter, stres içinde çalışıyorum,” der miydi ya da daha doğru soru soracak olursak, bebek arabası lazımken, böyle bir aktiviteye “Evet,” der miydi?
Metrobüsle övünen belediye başkanına bir daha oy vermeyi düşünür müydü, iki büklüm olarak işe giderken?
Yolların bozuklukları, alt yapının yetersizliği karşısında “Bu ne böyle,” demez miydi?
Soğukta ya da sıcağın alnında, zamanında kalkmayan, gelmeyen otobüsler hakkında iyi sözler mi sarf ederdi?
İş yaşamının gerçekleri karşısında nasıl bir sistem eleştirisi getirirdi?
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “800 lira büyük para,” dediğinde gözünden yaş akar mıydı aynı vekilin, “Ne 800’ü sana 2500 lira vereyim, geçin bakalım,” isyanında bulunur muydu, biraz önce öğle yemeğinde yediği simidin susamlarını temizlemek için dilini ağzının içinde gezdirirken?
Çocuğunu daha iki ay önce “Yurt dışına gönderip okutmak üzereyken,”; şimdi diğer çocuklardan geri kalması konusunda endişe duyar mıydı? En iyi geleceği hazırlamak için kazandığı 2500-3000 liranın 600’ü kiraya, bilmem ne kadarı mutfak parasına, bilmem şu kadarı faturalara, kim bilir ne kadarı zorunlu temel ihtiyaçlara giderken, ne kadar para ayırabilirdi çocuğuna kursa gitmesi, yabancı dil dersi alması, bilgisayar alıp teknoloji konusunda yaşıtlarından geri kalmaması için? Ne kadar?
Zamansızlıktan aylarca arkadaşlarıyla buluşamadığını fark ettiğinde tepkisi ne olurdu? Arkadaşlarıyla buluştuğunda harcadığı paranın hesabını tutar mıydı, evde iyi eğitim bekleyen çocukları varken; yoksa buluşmaz mıydı bile mi?

Daha bir ay evvel milletin vergilerini lüpür lüpür harcayıp, lojmanlarda otururken, tüm imtiyazlardan faydalanıp, çocuklarına en iyi eğitimleri sağlarlarken ve vekil maaş zamları söz konusun olduğunda hevesle “Evet,” dediği anları metrobüste tutunmadan sıkışmış halde giderken mi düşünürlerdi, yoksa işe giderken giymek için zar zor ucuzluktan aldığı takım elbisesine bir araba su sıçrattığında mı anımsayıp, gülümserlerdi hayata? Engelli akrabasının İstanbul’da rahatça dolaşamadığına dair bilgileri alırken mi, yoksa devlet lisesinde okuyan oğlunun aldığı yetersiz eğitim karşısında mı kendisini milletvekilleri karşısında aciz hissederdi? Vekillere açılan yollarda, saatlerce bir otobüsün içinde kaldığında mı farkındalığı artardı? Dokunulmazlıklar hakkında ince ince düşünür müydü, kabinede kalmış arkadaşlarına dokunamazken?

Eşitsizliği, haksızlığı hangi durumda düşünürdü? Patronu, “Demek %10 zammı az buldun, madem o kadar açsın, sana 100 lira daha veriyorum,” diyerek onu aşağılarken mi? Yoksa bir ajansta çalışan oğlunun ayda 10 gece orada sabahladığı ve mesai ücreti bile almadığını öğrendiğinde mi? Belki de, üniversite mezunu olup, iyi eğitime rağmen iş bulamayan oğlunun çektiği sıkıntıları gördüğünde. Kızının asgari maaş olarak yatan sigortası karşısında mı tepkisini koyardı, yoksa özel yaşamından sürekli çalan patronun tacizi karşısında mı? Atanmayan öğrenmen kızı için neler derdi? Ölen işçiler karşısında içi ne zaman “cızz” edip, milletvekillerin, işçi/memur haklarını savunması gerektiğini, düşünürdü?

Bu liste uzar gider.
Çarpık kentleşmeden, belediye başkanının ilginç övünme cümleleri olduğuna, bazı bakanların içi yakan açıklamalar da bulunduğundan, asosyal bir hayatın içinde olduğuna kadar pek çok şeyi görebilirlerdi belki. Ülkenin o kadar eşitlik içinde olmadığını, çalışanların mağdur edilip türlü haksızlıklara ses çıkartamadıklarını, işsiz olanların süründüğünü, iyi bir okuldan mezun olsan bile bunun hiç bir değerinin bulunmadığını, çocuk yetiştirmenin/geleceğini hazırlamanın ve günümüzde şart olan çocukların yaşıtlarından geri kalmaması için minimum düzeyde teknoloji araçlarını almak zorunda oluşunun aslında ne kadar masraflı olduğunu, kendi çocukları sınavlara hazırlanırken, üniversite ve KPSS sınavlarında ortaya çıkan skandalların nasıl küçültülüp geçiştirildiğini görüp ellerinin kollarının bağlı olmasının acizliğini yaşadıklarında bir şeyler değişirdi belki. Kim bilir?

Bir adada hiç bir şeysiz yaşamak bize vız gelir tırıs gider. Şehrin göbeğinde işsiz ve beş parasız olmak, işte asıl macera budur, her gün yaşadığımız.

Tansu Yalkın

Asgari Ücretle Geçinmek

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “800 lira büyük para. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz” dediği haberini ilk defa Facebook duvarında arkadaşların paylaşımlarında okumuş ve içimden, “Yahu, kolpa haberlere inanıp inanıp paylaşıyorlar,” diye düşünmüştüm.

Gazetelerde haberi çıktığında da inanmadım zira gazeteler bazı Zaytung metinlerini gerçek zannederek haber yapmışlığı vardı bu ülkede.
Haberin videosuna denk gelip saygıdeğer Faruk Çelik’in ağzından duyuncaya kadar da bu inanmama halim devam etti.
“800 TL büyük paradır, geçinirsiniz, netice itibariyle peynirin fiyatı bellidir, ekmeğin fiyatı bellidir, yiyeceğiniz zeytinin fiyatı bellidir, bir geçim sürdürebilirsiniz,” demiş.
Ağzım açık, şaşkınlıklar içinde dinledim saygıya değer bakanı.

İstanbul’un en kötü semtinin en kötü evinde oturma kirasını verdiğimi düşünüyorum, elektrik, su ve ısınma faturalarını minimumdan hesaplıyorum, en ucuz malzemeden yapılmış, çok kötü kıyafetler alarak giyimi kuşamı koyuyorum, her gün bir ekmek yense diyorum, yol parası en azdan hesaplanıp; çocuğumuz bebekse ya da okula gidiyorsa onun masraflarını en düşükten topluyorum; kahvaltıda, zeytinimi peynirimi koyuyorum, geceleri iki değil, tek çeşit yemekten hesabımı kitabımı yapıyorum (et olmadan) olmuyor oğlu olmuyor.

Hiç bir masraf kalemine, internet, sigara, telefon gibi şeyleri koymadan; sinemeya, konsere, tiyatroya, spor organisazyonuna gitmeden; hafta sonları aile-arkadaş ziyaretleri yaparak yol parası ve oralarda yapmam muhtemel olan masrafları eklemeden; düğün-doğum günü davetlerine gitmeden, gidersem de öpücük vereceğimi düşünerek; hiç bir sağlık problemini katmadan; evde ya da kullandığım aletlerde hiç bir arıza masrafının çıkacağını hesaba katmadan; çamaşır ve bulaşığımı elde yıkadığımı varsayarak hesaplıyorum, ailecek bir kez bile dışarda yemek yeme lüksünü ise hiç katmıyorum, kitap, dergi, DVD, CD gibi şeylere ise hiç girmiyorum, cahil cühela yaşıyorum, birazcık denk geliyor ama insan gibi noktasından çıktığında.

Devlet yeni evlenenlere, ev verip; halısından, oturma grubuna, televizyonundan buzdolabına kadar döşeyip veriyor da benim mi haberim yok. Çocuk olunca ayrıca ek maaş mı veriyor bu devlet? Asgari 800TL bankaya yatıyor da, geri kalanını zarfla mı veriyorlar yoksa, vergiden düşmek için?

800 TL ile tek çocuklu bir ailenin geçinmesinin imkansızlığı herkesce aşikarken, üç çocuk isteniyor, üç çocuğun masraflarını da kattığımızda geçim imkansızlığı daha da artıyor; ardından “Gençlerimiz tinerci mi olsun,” deniliyor. Bu şartlarda insan gibi eğitim alamadıkları, aç oldukları ve milletvekillerin lüks içinde yaşadığını bilen çocukların bu şartlarda bilim insanı mı olması bekleniyor, doktor mu, ya da mühendis, felsefeci mi? Zengin daha da zenginleşirken, asgari maaş alan kişilerin çocukları suç oranlarını arttırmayacak mı? Hem eğitimsiz, hem de sağlıksız bireyler yıl be yıl artmayacak mı? Cehaletle birlikte yönetme gücünü elinde bulunduran zenginler ve yönetilen cahil-fakirler olarak halk iki kutba doğru yol almayacak mı?

Ekonomi politikalarının ardında yatan gerçekleri bilmem, “Dünya piyasasına çıkmak için ucuz iş gücü gerekli yoksa içerideki istihdamı engellersiniz,” çıkış noktalı bir politikayı benimsemek pek mümkün gözükmüyor. Ayrıca saygıya değer bakan bu cümlesiyle ücretlerin az olduğunu ve ucuz işçi ihtiyacını dile getirerek zaten maaşların az ve geçimin imkansız olduğunu söylemiş oldu.

Son ek olarak, şu bilgiyi de vermek gerekebilir.
Asgari ücret son 10 yılda sadece resmi enflasyon oranında artmıştır. Enflasyonun 3 kat arttığı bir yerde, asgari ücretin 3 kat artmasıyla övünmeyi de anlayabilmiş değilim. Resmi enflasyon rakamını merak edenler TUİK’in kendi “enflasyon hesaplayıcısı”ndan 2002’deki 100TL’nin bugün ne kadar olmuş kontrol edebilir.
http://www3.tcmb.gov.tr/enflasyon/enflasyonyeni.php

Tansu Yalkın

Devrimi ya kadınlar yapacak ya da aynı kadınlar devrilip gidecek

Kadınlar, bireysel özgürlük ve hak talepleri için daha fazla mücadele etmek zorundalar.

Adli tıbbın, çocuğunun önünde tecavüze uğrayan ve bıçakla da yaralanan annenin ruh sağlığının bozulup bozulmadığına 18 ay sonra karar verebileceklerini söyledikleri için tecavüzcüsünün dışarıda olduğu toplumun aydın ve çağdaş geçinen kadınları, ne yaptınız bu durumu öğrenince?

Kürtaj için twitler atıp, üstüne Ayşe Arman yazıları paylaşmakla olmuyor. Haftasına bir kadın kürtaj olamadığı için ölürken neredeydiniz?
“Çocuk gelinler olmasın,” diye diye çocuk gelinler bitmiyor. Devletin en tepesindeki saygıdeğer kişi bile, 30 yaşında akademik kariyer yaparken 15 yaşında bir liseli çocukla evlenmişken, nasıl biter? Nasıl bitirmeyi planlıyorsunuz?
Gazetede her gün en az iki tecavüz haberi okumayı içinize sindirebiliyor musunuz?
Etek boylarınıza karışılıp, “dekolte giyene tecavüz ederler,” diye giyiminize karışılırken, twit ve facebook duvarı isyanından başka neler yaptınız?
Kadını iş yerlerinden uzaklaştırmayı da içinde barındıran eğitim sistemi değişirken, sesiniz çıktı mı?
Seyirci yasağı adı altında statlara kadınların alınması ve bunun anayasaya aykırı olduğunu bile bile, statlara koşan on binlerce kadın varken ve bir kadın derneği bile çıkıp “Biz ikinci sınıf vatandaş mıyız? Eşitlik ilkesine aykırı”, diye mahkemeye vermemişken, gerçek suçlu kim?
Dernekleriniz ne iş yapıyor, siz derneklerinizi harekete geçirmek için ne yapıyorsunuz?
Kadına şiddet %1200 arttıysa sebebi kim? Düşündünüz mü?
Ensest ilişkide ve tecavüzde dünyanın sayılı ülkelerindensek, nedendir?

Aynaya bakın…
Erkekler mi yapıyor size tüm kötülükleri yoksa var olan haklarınız teker teker alınırken ses çıkartmayan sizler mi buna sebep oluyorsunuz? Her şeyi erkeklerden bekleyen sizler; haklarınızı korumayı bile.

“Türkiye şartları,” demeyi biliyorsanız, “Eğitim politikası cahilleştirmek üzerine,” diyorsanız, “Erkek egemen toplum ve erkekler öküz, biz ne yapalım,” diye cümleler kurup değişik argümanlar üreterek bahaneler yaratabiliyorsanız, aklınız var demektir. O zaman, aklınızı kullanıp, bahaneleri bir kenara koyarak harekete geçebilirsiniz de. “Aman o güzel popoma jop yemeyeyim”, “Ay kolumdan çekerler, incinir”, “Üff biber gazı sıkarlar şimdi”, “Bugün kuzişlerle buluşacağız boş ver”, “Ablamlar bize geldi gidemem”, “Benim yerime başkası eylem yapar zaten”, “Ben yapmasam da fark etmez”, diye diye Türkiye’de kadın olmanın sefasını değil, cefasını çektiniz.

Erkek, çocuğu annesiyle baş başa bırakarak işe gidip onu yetiştirmeye katkıda bulunmazken, çocuklarla tüm gün baş başa kalarak erkeğin istediği gibi evlat yetiştiren kadınlar; erkeklerin sizi korumasını mı bekliyorsunuz hala? Biz zaten tecavüz edip hapse girmeyeniz, şiddet uygulayıp umursamayanız, iş yaşamından sizler çekilip eve kapandıkça işimize geleniz, bedenlerinizde ki haklara karışıp, kıyafetlerinize laf atıp yanımıza kar kalanız, bir kadını gece on ikide yolda görünce rahatsız edeniz, biz erkekler sizin cinselliğinizden öyle çok korkuyor ve öz güvensiz erkekler olarak öylesine aciz hissediyoruz ki kendimizi, sizi kontrol altına almak için uydurmayacağımız yasa yok, o yüzden bizlerden bir şeyler beklemeyin artık.  Bu rahatlığımızdan vazgeçeceğimizi mi sanıyorsunuz?

Hakları için ölmeyi bile göze almayanların kaderi bellidir. Başkası savunsun, savunur, işim var gücüm var diyenlerin de.

Etiler’de yaşayan sosyetik güzelin de, Van’da yaşayıp kimliği bile olmayan kadının da bu ülkede hakları aynıysa ve ancak kendi bedenine ya da çıkarına zarar gelmediği sürece isyan etmeyen her kadın suçludur artık. Rahat evlerinizden çıkmadan, bilgisayar başında hak savunuculuğu yapıp, adını bilmediğiniz Ağrı’da ki, Van’da ki, Mersin’de ki kadının hakları için hapse girmeyi göze almıyorsanız, bilin ki, kapanacaksınız, tecavüze de uğrayacaksınız, şiddette göreceksiniz ve haklarınız tek tek elinizden alınacak. Bir bakmışsınız, kucağınızda üç çocuk, dışarı çıkmaya korkar halde facebookta yediklerinizi paylaşıp özgürce twitleşiyorsunuz.

Ve daha vahimi, eve giren hırsızın çocuğunuzu öldürmekle tehdit ettikten sonra size tecavüz edip, psikolojinizin ancak 18 ay sonra bozulup bozulmadığının anlaşılabileceğini söyleyen bir sistemde, tecavüzcünüzün adli karar olmadığı için elini kolunu sallayarak dolaştığını bile bile, evinizde oturup, facebook duvarında isyan edebilir, özgürce twitleşebilirsiniz.
İnternet özgürlüktür, değil mi?

Tansu Yalkın