http://www.ntvmsnbc.com’un 5 Nisan 2011’de çıkan haberine göre, milletvekili olmak için ayrılması gereken en düşük bütçe 50 bin liradan başlıyor. Haberden bu yana iki sene geçtiğine göre bu rakamın daha da arttığını söyleyebiliriz. Vekilin kaçıncı sıradan aday olduğuna göre, harcamalar 100-150 bin liraya kadar da çıkabiliyor. Kısaca, dün simit yiyen Hasan ağabey; beri ki gün akbili bitmiş Kadriye abla aday olamıyor. Öncelikli şart, zengin olacaksınız, çocuklarınız metrobüse hayatlarında hiç binmemiş olacak, eşiniz balkondan halı silkeleyen, akşam pazarına gidip sebze meyve almayan bir kadın olacak ki, halkın içinden gelen birisi olarak, milletin vekili olasınız.
Bu bolluk, saygıya değer vekillerimizin, hayatı ve Türkiye şartlarını çocuksu bir naiflik içinde algılamasına sebep oluyor. Bu da bizleri nasıl gördüklerine yansıyor. “Bir insan tanımadığını nasıl bilir? Kendisi gibi…”
Peki, aynı milletvekillerini, Survivor gibi, ceplerinde sıfır para, 10 liralık doldurulmuş akbil ve 600 lira kirası olan, iki odalı bir eve (öyle bir ev yok ama var diyelim) aileleri ile birlikte yerleştirip, halkın arasına karıştırıp, üç ay yaşamalarını istesek, başlarına neler gelirdi acaba ve nelerin farkına varırlardı?
Yüksek ihtimalle, ailelerinin geçimi için iş bulma sitelerinde iş başvurularında bulunurlardı, zira artık onlar herkes gibi, torpil yapamazlar, araya adam koyamazlar. Bizler nasıl iş arıyorsak, öyle. Şanslı olanları bir iki ay içinde belki iş bulabilirdi, peki ya diğerleri? Her hafta onlarca yere CV gönderdikleri iş bulma sitelerinden geri dönüşlerin ancak ayda 2-3 iş yeri olmasına sinir olmazlar mıydı? Mülakatlarda saçma sapan sorulara muhatap olup sinir krizleri geçirirler miydi? İşverenlerin üç bin liralık iş için, asgari ücret teklif etmelerine tepkileri ne olurdu? “Cumartesi günü de çalışıyoruz?” demelerine peki.
İş bulmak sancılı süreç lakin işi bulmakla yırtılmıyor. İş bulmuş şanslı milletvekilleri, sürekli kalınan sürpriz mesailere ne derlerdi sizce? İşi bittiği halde, ay sonu performans değerlendirmesi yapan insan kaynakları müdürü “Bu eleman erken çıkıyor sürekli,” demesin diye iş yapar gibi gözükmek zorunda kalıp, iş yerinden çıkamamaya? Patronun yıl sonu ancak %10 zam yaparım demesine “Enflasyon oranlarını düşük göstermek için olmadık mallar üzerinden hesaplar yapılıyor,” diye isyan etmezler miydi, %10 zammın hiç bir şeye faydasının olmayacağını anladığında? İş bulmanın zorluğunu yaşamış ve o an çalıştığı pozisyona kendisinden daha çok ve daha az maaşla çalışacak yüzlerce kişinin nefesini ensesinde hissederken, isyan edip ayrılabilir miydi işinden, hele çocukları evde ekmek beklerken kolay mı? İş bulmuş şanslı vekiller, maaşlarının düşük gösterilip, asgariden sigortalarının yattığını öğrenince “Vay anam vay,” derler miydi? Özel hayatlarına tecavüz eden işverenleri karşısında, süklüm püklüm durmak zorunda kalma zorunluluğunu yaşadıklarında “sendika,” diye akıllarından geçirirler miydi?
110 metre karelik 2 odalı bir eve sıkışmış bu milletvekilleri ay sonu aldıkları maaşın, 600 lirasını kiraya verirken göz yaşı akıtmazlar mıydı? Hele kış aylarında gelen doğalgaz faturaları karşısında, “O kadar çalışıyorum, biraz az yakın,” derler miydi eşlerine? Çocukları, “Babaa, akbil parası,” “Baba kitap alacağım,” “Babaa internet faturası,” “Baba bana bilgisayar lazım,” “Babaaa, montum yok,” dediklerinde allak bullak olurken, eşlerinin “Küçük kızın ilaç parası,” “Kızın ana okulu ücreti,” “Bebeğin bez parası,” “Münevver hanım doğurmuş, ona en azından bir çeyrek altın takmak lazım,” “Münir Bey’in de oğlu evleniyor, altın takalım,” “Bu ay hiç dışarıda yemedik,” “Bebek arabası almak lazım,” “Çocuk bugün parkta çok üşüdü, eve oyuncak şart hep aynı şeylerle oynuyor,” dediğinde milletvekillerinin kazandıkları üç kuruşun bir anda yitip gittiğini gördüklerinde yüzlerinin alacağı hali sanırım tahmin edebiliriz.
Tüm gün çalış, patronun egosunu çek, mesaiye kalır mıyım diye düşün, performans değerlendirmelerinin endişesini taşı, en ufak hatanda azarlanma riskini yaşa, zam isteyeme, metrobüslerde her gün tost olarak git gel, yağmurda çamurda minübüslerde helak olup sağ sağlim eve gel, bir de evdekilerin isteklerine bak. Olacak iş değil.
Peynirini isterler, zeytinini beklerler; ekmeğinden, etine, temel ihtiyaçları geçtim, bir de mont istiyorlar, bilgisayar diyorlar, internet diye tutturuyorlar, düğüne gidip altın takılacakmış, bebeğin bez parasıymış, oğlan üniversiteye 1,5 saatte anca gidebiliyormuş, harçlık yetmiyormuş çocuklara. Sense 2bin-3bin lirayı yetiştir dur bu eve.
Milletvekilleri yol parasına giden parayı görünce, ulaşımın ne kadar pahalı olduğunu fark edip şikayet ederler miydi acaba?
Peki ya eşleriyle çocuklarıyla bir sinemaya gidelim deseler, 4 kişilik bir ailenin en az, 50 lira vereceğini, hele ki bir de sinema öncesinde ailemle yemek yiyeyim dese, yol paralarıyla birlikte 130-150 lira gibi bir parayı harcamak zorunda oluşu karşısında “Ben bu 130 lirayı kazanmak için iki gün kan ter, stres içinde çalışıyorum,” der miydi ya da daha doğru soru soracak olursak, bebek arabası lazımken, böyle bir aktiviteye “Evet,” der miydi?
Metrobüsle övünen belediye başkanına bir daha oy vermeyi düşünür müydü, iki büklüm olarak işe giderken?
Yolların bozuklukları, alt yapının yetersizliği karşısında “Bu ne böyle,” demez miydi?
Soğukta ya da sıcağın alnında, zamanında kalkmayan, gelmeyen otobüsler hakkında iyi sözler mi sarf ederdi?
İş yaşamının gerçekleri karşısında nasıl bir sistem eleştirisi getirirdi?
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “800 lira büyük para,” dediğinde gözünden yaş akar mıydı aynı vekilin, “Ne 800’ü sana 2500 lira vereyim, geçin bakalım,” isyanında bulunur muydu, biraz önce öğle yemeğinde yediği simidin susamlarını temizlemek için dilini ağzının içinde gezdirirken?
Çocuğunu daha iki ay önce “Yurt dışına gönderip okutmak üzereyken,”; şimdi diğer çocuklardan geri kalması konusunda endişe duyar mıydı? En iyi geleceği hazırlamak için kazandığı 2500-3000 liranın 600’ü kiraya, bilmem ne kadarı mutfak parasına, bilmem şu kadarı faturalara, kim bilir ne kadarı zorunlu temel ihtiyaçlara giderken, ne kadar para ayırabilirdi çocuğuna kursa gitmesi, yabancı dil dersi alması, bilgisayar alıp teknoloji konusunda yaşıtlarından geri kalmaması için? Ne kadar?
Zamansızlıktan aylarca arkadaşlarıyla buluşamadığını fark ettiğinde tepkisi ne olurdu? Arkadaşlarıyla buluştuğunda harcadığı paranın hesabını tutar mıydı, evde iyi eğitim bekleyen çocukları varken; yoksa buluşmaz mıydı bile mi?
Daha bir ay evvel milletin vergilerini lüpür lüpür harcayıp, lojmanlarda otururken, tüm imtiyazlardan faydalanıp, çocuklarına en iyi eğitimleri sağlarlarken ve vekil maaş zamları söz konusun olduğunda hevesle “Evet,” dediği anları metrobüste tutunmadan sıkışmış halde giderken mi düşünürlerdi, yoksa işe giderken giymek için zar zor ucuzluktan aldığı takım elbisesine bir araba su sıçrattığında mı anımsayıp, gülümserlerdi hayata? Engelli akrabasının İstanbul’da rahatça dolaşamadığına dair bilgileri alırken mi, yoksa devlet lisesinde okuyan oğlunun aldığı yetersiz eğitim karşısında mı kendisini milletvekilleri karşısında aciz hissederdi? Vekillere açılan yollarda, saatlerce bir otobüsün içinde kaldığında mı farkındalığı artardı? Dokunulmazlıklar hakkında ince ince düşünür müydü, kabinede kalmış arkadaşlarına dokunamazken?
Eşitsizliği, haksızlığı hangi durumda düşünürdü? Patronu, “Demek %10 zammı az buldun, madem o kadar açsın, sana 100 lira daha veriyorum,” diyerek onu aşağılarken mi? Yoksa bir ajansta çalışan oğlunun ayda 10 gece orada sabahladığı ve mesai ücreti bile almadığını öğrendiğinde mi? Belki de, üniversite mezunu olup, iyi eğitime rağmen iş bulamayan oğlunun çektiği sıkıntıları gördüğünde. Kızının asgari maaş olarak yatan sigortası karşısında mı tepkisini koyardı, yoksa özel yaşamından sürekli çalan patronun tacizi karşısında mı? Atanmayan öğrenmen kızı için neler derdi? Ölen işçiler karşısında içi ne zaman “cızz” edip, milletvekillerin, işçi/memur haklarını savunması gerektiğini, düşünürdü?
Bu liste uzar gider.
Çarpık kentleşmeden, belediye başkanının ilginç övünme cümleleri olduğuna, bazı bakanların içi yakan açıklamalar da bulunduğundan, asosyal bir hayatın içinde olduğuna kadar pek çok şeyi görebilirlerdi belki. Ülkenin o kadar eşitlik içinde olmadığını, çalışanların mağdur edilip türlü haksızlıklara ses çıkartamadıklarını, işsiz olanların süründüğünü, iyi bir okuldan mezun olsan bile bunun hiç bir değerinin bulunmadığını, çocuk yetiştirmenin/geleceğini hazırlamanın ve günümüzde şart olan çocukların yaşıtlarından geri kalmaması için minimum düzeyde teknoloji araçlarını almak zorunda oluşunun aslında ne kadar masraflı olduğunu, kendi çocukları sınavlara hazırlanırken, üniversite ve KPSS sınavlarında ortaya çıkan skandalların nasıl küçültülüp geçiştirildiğini görüp ellerinin kollarının bağlı olmasının acizliğini yaşadıklarında bir şeyler değişirdi belki. Kim bilir?
Bir adada hiç bir şeysiz yaşamak bize vız gelir tırıs gider. Şehrin göbeğinde işsiz ve beş parasız olmak, işte asıl macera budur, her gün yaşadığımız.
Tansu Yalkın